Bir direniş nesnesi olarak bira

Bu sayıyla beraber Arkeo Duvar’da düzenli olarak yazmaya başlıyorum. O yüzden bir süredir bu sayının konusu olan birayla ilgili okuyorum. Şu an Peru yerlilerinin eskiden nasıl bira yaptıkları yahut Uganda’da erkeklerin bira içme ritüelleri konusunda malumat sahibiyim.

Ancak bir noktada kaybolduğumu hissedip biranın uzun tarihinden bahsetmekten vazgeçtim. Hayvanlar üstüne çalıştığım için onlara yöneldim. Karşıma ilginç hikyeler çıktı. Örneğin, Hindistan’da 1974 yılında bira imalathanesini basan 150 fil sarhoş olup beş insanı öldürmüş. Kaynaklar bahsetmemiş ama sonradan bu fillerin çok büyük bedel ödediğini tahmin ediyorum. Keza kuşlar, primatlar gibi diğer pek çok hayvan türü de fermente olmaya başlayan meyvelerle kafayı buluyor, alkol peşinde bir hayat sürebiliyor. İnsan türünün ötesine geçen bir cazibesi var alkolün.

Ancak ben yazıyı yazmaya başladığımda Muğla’daki Akbelen Ormanı kesiliyordu. Cudi yanıyordu. Önüme düşen pek çok videodan özellikle biri beni çok etkiledi. Polis barikatının arkasında ağaçlar tek tek düşerken barikatın ön tarafından gelen çığlıklar, inlemeler; direnenlerin yakarışları… Çaresizlik!

Bunun üzerine hayatıma daha yakın iki direniş hikayesi anlatmaya karar verdim. İkisi de bira etrafında şekillenmiş hikayeler. İlki, örgütlü bir çevre mücadelesi: 2011’de Gerze’deki direniş kapsamında Türkiye’nin en büyük bira markasının uzun süre boykot edilmesine yol açan süreç.

İkinci ise benim kendi doktora araştırmama dayanıyor. Burada da bir direniş hikayesi var. Ancak bu defa odak noktasında örgütlü bir mücadele değil, yakınlarının gözünde ‘kötü yola düşmüş’ bir Roman genci bulunuyor.

Bu iki hikayeyi anlatmaktaki maksadım, ‘biranın sosyolojisini’ yapmak, yahut bizatihi biradan bahsetmek değil. Onun yerine bira içmenin farklı bağlamlarından yola çıkarak, direniş kavramı üzerine bir daha düşünmeye çalışacağım.

ÖRGÜTLÜ MÜCADELE: KÖMÜR BU KAPAĞIN ALTINDA!

“Merkez Bankası buradaki insanları satın alabilecek parayı henüz üretmedi.”

Yukarıdaki alıntı Gerze’deki mücadeleye katılmış bir kadından. 2008 yılında Türkiye’nin en büyük bira markasının sahibi olan Anadolu Grubu, Gerze’de Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporu dahi almadan bir termik santral yapmaya soyunmuştu. Ancak lisansları Danıştay’da durdurulunca şirket ÇED sürecini başlatmak zorunda kaldı. Bu kapsamda muhtarları ve ilçenin ileri gelenlerini toplayıp bilindik argümanlarla onları kazanmaya çalıştı: “1500 kişinin çalışacağı bir iş sahası yaratıyoruz!” dendi. Malum, Türkiye’de tarım giderek zorlaşan bir sektör. Birçok çiftçi, ağır borç yükünün altında üretimi bırakmak zorunda kalıyor. Buna karşılık şirketin sunduğu büyüyen ekonomi ve istihdam vaadi pek çok olası itirazı baştan engellemeye yarıyor.

Dahası şirket, ikna sürecinin parçası olarak 15-20 kişilik bir grubu İskenderun’daki Sugözü Termik Santrali’ne götürdü. Tesisin içi gezdirildi, santralin müdürü ile görüşüldü. Termik santrale hayli uzak bir otelde misafirler yedirildi, içirildi. Hepsi şirketten. Bir tür tatil!

Bu taktikler şirketler tarafından çok sık uygulanıyor. Maksat, anlatılacak hikayeleri ve kanaatleri kontrol etmek. Bunun da en kolay yolu, kanaat önderlerine harcama yapmak, onları hoş tutmak. Hem minnet duygusu devreye sokuluyor, hem de güven telkin ediliyor. Ayrıca büyük ölçekli makineler ve teknoloji karşısında insan ister istemez huşu duygusuna kapılıyor. Yapılan gezide en önemli vurgulardan biri tesisin ‘son teknolojiyle’ yapılacağı idi. “Eski tesisler kötü olabilir, ama son teknoloji tüm sorunları çözüyor” dendi. Sonuçta seyahatten dönenlerin bir kısmı bekleneceği üzere Gerze’de halkı yatıştırma ve projeyi övme işine soyundular.

Hakikatmiş gibi sunulan bu hikayelere bir alternatif sunmak, yalana yalan demek, işin iç yüzünü açığa çıkarmak aslında bağımsız medyanın işi olmalı; influencer’ların değil. Ancak gazeteciliğin hızla tasfiye edildiği o dönemde iş Gerzelilere düştü. Yeşil Gerze Çevre Platformu çatısı altında örgütlenenler, termik santrallere kendileri otobüs kaldırdılar. Kalkıp Afşin-Elbistan’a, Sugözü’ne ve Zonguldak’taki Çatalağzı’na gittiler. Oradaki yaşamın nasıl tahrip edildiğini, zehirlenenleri, kirlenen toprağı, tutulmayan sözleri dinlediler. Şirketin sunduğu resmin, halkla ilişkiler evreninden geldiğini fark ettiler. Kastamonu ve Samsun’daki orman ve çevre üstüne çalışan akademisyenlerden bilgi aldılar, ellerini güçlendirdiler.

Mücadele büyüdü. Köylülerin başı çektiği gruplar, senelerce hem hukuki mücadele yürüttü hem de yeri geldiğinde polisle göğüs göğüse çarpıştı. Bu çarpışmalardan biri on saat sürdü ve ‘Büyük Gerze Muharebesi’ olarak hafızalara kazındı. Mücadeleye arılar da katıldı. Kovanlarına zarar veren ve güvenliklerini tehdit eden ‘güvenlik güçlerine’ saldırıp, onları geri çekilmeye zorladı.

Büyük Gerze Muharebesi- 5 Eylül 2011.

Tek tek köylere gidildi, köylülerle konuşuldu. Termik santralin ne olduğu anlatıldı. Bu sırada da baskına karşı nöbet tutuldu. Zira şirket, gece baskınlarıyla işini yürütmeye çalışıyordu.

Bunlar sondaj yapmaya gelmemişler, bize terörist muamelesi yapmaya gelmişler. Gerçekten böyle. …Geldiler ama amaçlarına ulaşamadılar tabii. Hırsızlığa gelmişler bunlar. …İş yapmaya gelen insan gecenin o saatinde [gelmez]. Gecenin o saatinde, bir buçuk-ikisinde, hırsızlığa gelinir. Bizde öyle.

Nöbetlerde türküler söylendi, halaylar çekildi. Direniş eğlenceliydi. Direniş yakınlık kuran, köprüler inşa eden bir faaliyetti. Yeşil Gerze Çevre Platformu’nun içinde siyasi partiler de vardı; ülkücüler de, sendikalar da… Dahası, “Eğer devlet bize bunu yapıyorsa, kim bilir Doğu’da neler olmuştur” diyen köylüler türedi. Türkiye’de dayak yiyenlerin siyasi bölünmüşlüğünü aşma ihtimali ortaya çıktı.

Gerze köylüleri santrale karşı nöbette.
O dönem hazırlanmış görseller.

Dışarıdan gelen Greenpeace gibi örgütler de direnişi büyüttü. Anadolu Grubu’nun “Bira bu kapağın altında” isimli o dönemki meşhur reklam kampanyası, “Kömür bu kapağın altında” kampanyasına dönüştü.

“Git git Anadolu Grubu, biz termik istemeyük” yahut “Gerze’nin kadınları korkutur Tuncayları” diye (Tuncay Özilhan, Anadolu Grubu’nun sahibi) şarkılar söylendi. İşe de yaradı. Bira şirketinin pazar payı 2011 yılında yüzde 87 seviyelerindeyken, sonraki beş yılda yüzde 69 seviyesine kadar geriledi. Tek faktör boykot değildi şüphesiz; ancak o dönem gidilen mekanlarda rakip firmanın birası var mı diye sormak, Anadolu Grubu’nun birasını tercih etmemek yaygın bir tavır haline gelmişti. Altı senenin sonunda termik santral inşaatı tümüyle durduruldu. İstenen yeni ÇED raporlarında şirketin değişikliğe gitmediği tespit edildi ve bu yüzden ruhsatın iptaline karar verildi. Mahkemenin gerekçeli kararında toplumsal direniş anılmadı. Resmi arşivlere yalnızca teknik detaylar girmiş oldu.

Altı senenin sonunda termik santral inşaatı tümüyle durduruldu. İstenen yeni ÇED raporlarında şirketin değişikliğe gitmediği tespit edildi ve bu yüzden ruhsatın iptaline karar verildi. Mahkemenin gerekçeli kararında toplumsal direniş anılmadı. Resmi arşivlere yalnızca teknik detaylar girmiş oldu.

Mücadele aslında bitmedi, hiç de bitmeyecek gibi gözüküyor. Gerze’deki mücadelenin izlerini silmek için devlet ve şirket bugün hala uğraşıyor. O dönem kampanyaların yürütüldüğü sitelerin hemen hepsi bugün ya kapanmış ya da kapatılmış.

termikistemeyuk.com artık yok. bukapaginaltinda.org yok.

‘Kim Korkar!’ kampanyası ise sadece kapatılmakla kalmamış. Siteyi açınca şöyle bir mesaj çıkıyor karşımıza.

Hafıza oyunları.

Dahası, mahkemeler direnenlerin iradesini kırmak için çalışmaya devam ettiler. Olaydan on yıl sonra, sondaj makinelerine geçit vermedikleri gerekçesiyle 37 kişiye 42 yıl 10 ay hapis cezası verildi.

KİŞİSEL KURTULUŞ: PARAM OLSA KİMSENİN YÜZÜNE BAKMAM!

Trakya’nın ne uzayan ne kısalan bir ilçesi. Betonlaşma yaşanmış ancak Çorlu-Çerkezköy hattındaki hızlı sanayileşme buraya ulaşmamış. En büyük gelir kaynağı tarım ve kömür madenleri. Nüfusun hatırı sayılır bir kısmı Roman. Ancak Roman mahallesi ve ‘Gaco’ mahalleleri arasında gözle görünmese de oldukça keskin sınırlar var: Okullar ayrı, camiler ayrı, berberler ayrı, kahveler ayrı… İlçenin Türk ahalisi ‘Çingeneleri’ komşu almıyor, dostluk kurmuyor. Lokantalarda aynı çatal bıçakla yemek yemek pek çok kişi için ‘mide bulandırıcı’ sayıldığı için Romanların her lokantaya girmesi dahi mümkün olmuyor.

Benim orada olduğum dönem Roman mahallesinde diploma sahibi kişiler bir elin parmaklarını geçmiyordu. Onların da yaşadıkları yerde iş bulması mümkün değildi. Örneğin, Rauf (ismi değiştiriyorum) üniversite mezunu iki kişiden biriydi, veteriner olmuştu. Ancak tanıştığımızda senelerdir işini yapamıyordu. Hayvan sahipleri bir Roman’ın liyakatına belli ki güvenmiyorlardı. Başka bir şehre gidip veterinerlik yapacak sosyal sermayesi ise yoktu. Veterinerlik, ilçelerde aşinalık üzerinden yürüyen bir meslek.

Rauf, günlerini internet kafelerde aylak aylak geçiriyor, günün ikinci yarısında ise birahaneye geçiyordu. İçtiği bira ve kullandığı diğer uyuşturucu maddeler özellikle mutaasıp babası tarafından hiç hoş görülmüyordu. Babası, Rauf’un adı her geçtiğinde kafasını çevirip lanet okuyordu. Bilhassa kadınlarla ilgili maceraları -Antalya’da bir otelde masör olarak çalışmış, bir sürü hikayeyle dönmüştü- geniş ailesinin ahlaki normlarına hiçbir şekilde uymuyordu.

Malum, Kürtlerden farklı olarak Romanların örgütlü mücadelesi yok denecek kadar az. Maruz kaldıkları ayrımcılık karşısında çoğunlukla alttan alarak günü kurtarmaya çalışıyorlar. Günü kurtarmanın çeşitli tezahürleri var: İlçenin zenginlerine ve siyasetçilerine alkış tutmak, iyi vatandaşı oynamak, Türk milliyetçisi olmak (Kürtlerden nefret etmek, gavurlardan şüphe duymak vs.), kendilerine yönelen tiksinmeye varan tepkileri görmezden gelmek, eğitimle tüm sorunların aşılacağına inanmak, altta biriken öfkeyi bastırmak, sürekli bastırmak…

Oysa mahallelerine gelen siyasetçilerin gelen çayı yalnızca dudaklarını değdirerek içmeden bıraktığını, sokakta insanların (Gacoların) onlara değmemeye çalıştığını, ‘Çingene’nin’ küfürle eşdeğer bir tabir olduğunu onlar da görüyor, onlar da biliyordu. Kendilerinden beklenen rollerin, onları yerlerine mıhlayan, eşitsizliği tahkim eden, onur kırıcı taraflarını kendi aralarında dile getiriyorlardı. Yine de bilindik oyunu oynamamanın, nüfuz sahibi kişilere ters düşmenin bedelleri vardı. Bir siyasi parti yetkilisinden “Maymuna benziyor bu ya!” sözünü işiten yaşlı başlı bir Roman’ın yutkunup cümlesine devam etmesinde, tecrübeden gelen bir akıl vardı.

Rauf uyumsuzdu. Babasıyla ters düşmesinin sebebi de kısmen buydu. Akşamı beklemeden bazen bir birahanede, bazen siyah torbada ilk birasını açıyor, günün önemli bölümünü esrik bir kafayla geçiriyordu. Kimseye minneti yoktu. Bol bol hayal kuruyordu. Küçük şehir birahaneleri, erkeklerin en azgın, en denetimsiz hayallerinin açığa çıktığı yerlerdir belki de. Rauf’un hayallerini de kadınlar, bol para ve yurt dışına çıkmak süslüyordu. “Avrupa’da seks bile daha güzel!” diyordu, Antalya’daki maceralarından bahsederken. Bir sene Dubai’de inşaatlarda çalışmış, kazandığı parayı dönünce alkole, kadına, cep telefonuna harcamıştı. Borçluydu.

Rauf dışardan bomboş oturuyor gibi gözükse de, aslında sürekli yeni bir girişim peşindeydi. İçtiği her şişe, hızla para kazandıracak bir başka girişime ilham veriyordu. Çin’den gelecek bir malı limana indirip piyasa uyanmadan voleyi vurmak, güney sahillerindeki turistlerin bir açığını yakalamak, Rusya’daki çok iyi bir iş imkanına dört elle sarılmak… Rauf’un projeleri bitmiyordu.

Buna külliyatta kumar kapitalizmi deniyor. İşini bilenlerin sermayeleri olmasa da hızla para kazanabileceğini vaat eden pırıltılı bir dünya. Bir tür kestirme, sistemin ‘hacklenebildiği’ bir boşluk… Bilhassa dünyanın altta kalmış, ama gözü yüksekte olan gençlerinin kapıldığı bir rüya. Bitcoin’den iddia sitelerine bu tarzda pek çok ‘hızlı para kazanma’ kapısı var.

Ancak dolandırıcılığın ve iflas hikayelerinin de bolca olduğu bir alem burası. Rauf da birden fazla kez parasını kaybetmişti. Ancak mahallede kalıp babasının izinde ikinci sınıf bir hayat sürmektense, oyunu bozup çıkmak istiyordu. “Param olsa kimsenin yüzüne bakmam!” diyordu. Minnet duyuyor taklidi yaparak, saygılı bir Roman olarak, kendisine biçilen rolü oynayarak gidebileceği mesafe, okul okumuş Rauf’u kesmiyordu.

Bu da bir direniş hikayesi. Birayı erken saatte açmak bile bir tür başkaldırı. Ancak sorun şu: Örgütlü bir mücadeleden, siyasi bir dilden mahrum kalmış sıkışmışlık duygusu her yöne savrulabiliyor. Sistematik ayrımcılığın veya sınıfsal hiyerarşilerin çözümü zenginlerle mücadele etmek değil, zenginliğe özenmek oluyor. Kişisel kurtuluş öne çıkıyor.

Bu yolda kaybolanlar, başarıya ulaşanlardan çok daha fazla. Dahası, başaramamak insanı acılaştırıyor. Çeper bir ilçenin dış mahallesinde olamamış hayallerle yaşamak, her yöne savrulabilecek bir öfkeyi biliyor. Bu bazen Kürtlere, bazen kadınlara ve çoğunlukla insanın kendisine yöneliyor.

SON SÖZ

Sümerlerden, Mısırlılardan, Osmanlı’dan süzülerek gelen biranın bu topraklardaki macerası devam ediyor. Sadece keyif veren bir madde olarak değil, bir toplumsal mücadele nesnesi olarak da…

Ancak dahası da var. Gelecekte bir araştırmacı eğer birayla ilgili çalışırsa, karşısına bol miktarda plastik kapak, reklam videosu, bir-iki şirketi kayıran hukuki düzenlemeler, büyük karlar, dev taşıma filolaları veya iklime zarar büyük soğutma teknolojileri çıkacak. Bu yazıda değinme imkanı olmadı: Büyük bir endüstrinin, dünyanın köküne kibrit suyu dökme pahasına üretimini artırabildiği bir dönemden geçtik, geçiyoruz. Derdim biranın kendisiyle değil. Ancak belli ki bu kadim içkinin günümüzdeki seyri, yaşadığımız toplumun arızalarından azade değil. Bir dönemin tarihi bu kapağın altında!

*Berlin Teknik Üniversitesi, Center for Metropolitan Studies

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir